Hazret-i Yunus Aleyhisselâm’ın kıssa-i meşhûresinin hulâsası 1.LEMA

9-2 ekim

Hazret-i Yunus İbn-i Metta Alâ Nebiyyina ve Aleyhissalâtü Vesselâm’ın münâcâtı, en azîm bir münâcâttır ve en mühim bir vesîle-i icâbe-i duâdır. Hazret-i Yunus Aleyhisselâm’ın kıssa-i meşhûresinin hulâsası:

Denize atılmış, büyük bir balık onu yutmuş.

Deniz fırtınalı ve gece dağdağalı ve karanlık ve her taraftan ümid kesik bir vaziyette

LAİLAHE İLLA ENTE SUBHANEKE İNNİ KÜNTÜ MİNEZ ZALİMİN

münâcâtı, ona sür’aten vâsıta-i necat olmuştur. Şu münâcâtın sırr-ı azîmi şudur ki: O vaziyette esbâb bilkülliye sukut etti. Çünkü o halde ona necat verecek öyle bir zat lâzım ki; hükmü, hem balığa, hem denize, hem geceye, hem cevv-i semâya geçebilsin. Çünkü, onun aleyhinde “gece, deniz ve hût” ittifak etmişler. Bu üçünü birden emrine musahhar eden bir zât onu sâhil-i selâmete çıkarabilir. Eğer bütün halk onun hizmetkârı ve yardımcısı olsa idiler, yine beş para faideleri olmazdı. Demek esbâbın te’siri yok. Müsebbib-ül-Esbâb’dan başka bir melce’ olamadığını aynelyakîn gördüğünden, Sırr-ı Ehadiyet, Nur-u Tevhid içinde inkişaf ettiği için şu münâcât birdenbire geceyi, denizi ve hûtu musahhar etmiştir. O Nur-u Tevhid ile hûtun karnını bir taht-el-bahr gemisi hükmüne getirip ve zelzeleli dağvâri emvâc dehşeti içinde; denizi, o Nur-u Tevhid ile emniyetli bir sahra, bir meydan-ı cevelan ve tenezzühgâhı olarak o nur ile sema yüzünü bulutlardan süpürüp, Kamer’i bir lâmba gibi başı üstünde bulundurdu. Her taraftan onu tehdit ve tazyik eden o mahlûkat, her cihette ona dostluk yüzünü gösterdiler. Tâ sâhil-i selâmete çıktı. Şecere-i yaktîn altında o lütf-u Rabbânîyi müşâhede etti.

İşte Hazret-i Yunus Aleyhisselâm’ın birinci vaziyetinden yüz derece daha müdhiş bir vaziyetteyiz. Gecemiz, istikbâldir. İstikbâlimiz, nazar-ı gaf-letle onun gecesinden yüz derece daha karanlık ve dehşetlidir. Denizimiz, şu sergerdan küre-i zeminimizdir. Bu denizin her mevcinde binler cenâze bulunuyor; onun denizinden bin derece daha korkuludur. Bizim heva-yı nefsimiz, hûtumuzdur; hayât-ı ebediyemizi sıkıp mahvına çalışıyor. Bu hût, onun hûtundan bin derece daha muzırdır. Çünkü; onun hûtu yüz senelik bir hayatı mahveder. Bizim hûtumuz ise, yüz milyon seneler hayatın mahvına çalışıyor. Mâdem hakîki vaziyetimiz budur; biz de Hazret-i Yunus Aleyhisselâm’a iktidâen, umum esbâbdan yüzümüzü çevirip doğrudan doğruya Müsebbib-ül Esbâb olan Rabbimize iltica edip

LAİLAHE İLLA ENTE SUBHANEKE İNNİ KÜNTÜ MİNEZ ZALİMİN

demeliyiz ve ayn-el-yakîn anlamalıyız ki; gaflet ve dalâletimiz sebebiyle aleyhimize ittifak eden istikbâl, dünya ve heva-yı nefsin zararlarını def’edecek yalnız o zât olabilir ki; istikbâl taht-ı emrinde, dünya taht-ı hükmünde, nefsimiz taht-ı idaresindedir. Acaba Hâlık-ı Semavât ve Arzdan başka hangi sebeb var ki, en ince ve en gizli hâtırat-ı kalbimizi bilecek ve bizim için istikbâli, Âhiretin îcadiyle ışıklandıracak ve dünyanın yüz bin boğucu emvâcından kurtaracak, hâşâ, Zât-ı Vâcib-ül Vücûddan başka hiçbir şey, hiçbir cihette Onun izni ve irâdesi olmadan imdad edemez ve halaskâr olamaz

Mâdem hakîkat-i hâl böyledir. Nasılki Hazret-i Yunus Aleyhisselâm’a o münâcâtın neticesinde hûtu ona bir merkûb, bir tahte’l-bahir ve denizi bir güzel sahra; ve gece, mehtablı bir lâtif sûret aldı. Biz dahi o münâcâtın sırriyle

LAİLAHE İLLA ENTE SUBHANEKE İNNİ KÜNTÜ MİNEZ ZALİMİN

demeliyiz.

LAİLAHE İLLA ENTE  cümlesiyle istikbâlimize, SUBHANEKE kelimesiyle dünyamıza, İNNİ KÜNTÜ MİNEZ ZALİMİN  fıkrasıyla nefsimize nazar-ı merhametini celbetmeliyiz. Tâ ki, Nûr-u Îman ile ve Kur’ân’ın mehtabiyle istikbâlimiz tenevvür etsin ve o gecemizin dehşet ve vahşeti, ünsiyet ve tenezzühe inkılâb etsin. Ve mütemâdiyen mevt ve hayatın değişmesiyle seneler ve karnlar emvâcı üstünde hadsiz cenazeler binip ademe atılan dünyamız ve zeminimizde, Kur’ân-ı Hakîmin tezgâhında yapılan bir sefîne-i ma’nevîye hükmüne geçen Hakîkat-ı İslâmiyet içine girip selâmetle o denizin üstünde gezip, ta sâhil-i selâmete çıkarak hayatımızın vazîfesi bitsin. O denizin fırtınaları ve zelzeleleri, sinema perdeleri gibi tenezzühün manzaralarını tazelendirmekle, vahşet ve dehşet yerine, nazar-ı ibret ve tefekkürü keyiflendirerek okşayıp ışıklandırsın. Hem o Sırr-ı Kur’ân’la, o Terbiye-i Furkaniye ile; nefsimiz bize binmeyecek, merkûbumuz olup, bizi ona bindirip, hayat-ı ebediyemizin kazanmasına kuvvetli bir vâsıtamız olsun.

Elhâsıl: Mâdem insan, mâhiyetinin câmiiyeti i’tibâriyle sıtmadan müteellim olduğu gibi, arzın zelzele ve ihtizâzatından ve kâinatın kıyamet hengâmında zelzele-i kübrâsından müteellim oluyor. Ve nasılki hurdebînî bir mikrobdan korkar; ecrâm-ı ulviyeden zuhur eden kuyruklu yıldızdan dahi korkar. Hem nasılki hânesini sever, koca dünyayı da öyle sever. Hem nasılki küçük bahçesini sever, öyle de; hadsiz ebedî cenneti dahi müştâkane sever. Elbette böyle bir insanın Ma’bûdu, Rabbi, melcei, halaskârı, maksûdu öyle bir zat olabilir ki, umum kâinat onun kabza-i tasarrufunda, zerrât ve seyyârât dahi taht-ı emrindedir. Elbette öyle bir insan daima Yunusvâri (A.S.)

LAİLAHE İLLA ENTE SUBHANEKE İNNİ KÜNTÜ MİNEZ ZALİMİN

demeye muhtaçtır

Author: Erzurumname

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir